Книга - Ndura. Ormanın Oğlu

a
A

Ndura. Ormanın Oğlu
Javier Salazar Calle


İspanya'da 2014'ün en iyi gençlik romanı! Hiçbir özel bilgi ve becerisi olmayan biri olarak, uçağı yere çakıldıktan sonra kendini balta girmemiş bir ormanın ortasında bulur ve karşısına çıkacak tüm zorluklardan sağ kurtulmak için çok çabuk öğrenmek zorunda kalır. Sınırlarınızı zorladığınızda neler yapabileceğinizi size gösteren bir hikaye.

El Conomista tarafından 2014'ün en iyi gençlik romanı seçildi! Sıradan, biri, herhangi birimiz balta girmemiş bir ormanın ortasında kendimizi birden bire yaşamla ölüm arasındaki çizgide bulursak nasıl hayatta kalacağımızı biliyor muyuz? Namibya'daki rahatlatıcı tipik bir fotoğraf safarisi tatilinden dönerken Kongo Cumhuriyeti'nde bulunan Ituri Ormanı'ndaki isyancılar tarafından uçağı düşürüldüğünde beklenmedik olağandışı bir ölüm kalım savaşına sürüklenen öykümüzün kahramanı kahramanının karşı karşıya kaldığı basit ikilem de tam olarak bu. Burada tek düşman doğa, tek sorun da hayatta kalma savaşı değil. Klasik bir tat yakalayan bir macera romanı olan bu kitap gerçeklikten mükemmel bir kaçış sağlıyor ve karşılaştığı zorluklarda kahramanımızın hissettiği ıstırap ve ümitsizliği okuyucuya tam anlamıyla hissettiriyor. Bu kitap kişinin hayatta kalma savaşındaki heyecan ve gerginlikleri, tarih boyunca tüm kahramanların tecrübe ettiği psikolojik yıpranmayı ve hayvanları, bitkileri ve insanlarıyla doğal çevrenin derinlemesine bir incelemesini çok doğal bir şekilde harmanlıyor. Ayrıca sınırlarımızın nerede başladığına ilişkin algımızın bazen olumlu yönde bazen de olumsuz yönde olmak üzere genellikle yanlış olduğunu bize öğretiyor.



Translator: Abdullah Karaakın







Ndura.

Ormanın oğlu.



Yazar

Javier Salazar Calle


Kapak tasarımı © Sara García

Orijinal adı: Ndura. Hijo de la selva.

Telif hakkı © Javier Salazar Calle, 2014

İngilizceden çeviren: Abdullah Karaakın



2. Basım



Yazarı aşağıdaki mecralarda takip edebilirsiniz:





Web: https://www.javiersalazarcalle.com (https://www.facebook.com/jsalazarcalle)

Facebook: https://www.facebook.com/jsalazarcalle (https://www.facebook.com/jsalazarcalle)

Twitter: https://twitter.com/Jsalazarcalle (https://twitter.com/Jsalazarcalle)

LinkedIn: https://es.linkedin.com/in/javiersalazarcalle (https://es.linkedin.com/in/javiersalazarcalle)

YouTube: http://www.youtube.com/user/javiersalazarcalle (http://www.youtube.com/user/javiersalazarcalle)




Tüm hakları saklıdır. Bu eserin telif hakkı sahibinin izni alınmadan elektronik, mekanik, fotokopi, manyetik ve optik kayıt yöntemleri veya başka herhangi bir veri saklama veya erişim sistemi de dâhil herhangi bir şekilde ve yöntemle kısmen ya da tamamen çoğaltılması kesinlikle yasaktır.


Tıpkı benim gibi yerlerinden kalkmadan macera yaşamayı seven herkese ithafen – zira bu dünyada hayal gücünün galip gelmesine imkân tanıyorlar.



Özellikle yıllar önce bu dünyadan göçen en yakın arkadaşıma ve onun ismini taşıyan, benim de büyük ümitler beslediğim oğlum Alex’e.


Macera başlasın…











0. GÜN


Afrika’nın bağrında, bir ağacın gövdesine yaslanmış oturuyorum. Ateşler içinde kıvranırken titremeler de sıklaşıyor, her yanımı saran bir ağrıdan başka bir şey hissedemiyorum. Titremelere engel olamıyorum. Bir tepenin başındayım. Arkamda gür, yaban, amansız bir orman. Önümdeki manzara sanki bir efsun kalkmışçasına birden beliriyor; orada burada birkaç çotukla beraber yoğun kerestecilikten arta kalanlar, artık yerlerinde yeller esen şeylere dair ufak bir fikir veriyor. Tepenin dibinde, yeni yeni beliren bir şehrin ilk evlerini seçebiliyorum. Yaprak ve tuğlalarla harmanlanmış çamur. Medeniyet.



Evimden, çevremden, ailemden, kız arkadaşımdan, arkadaşlarımdan binlerce kilometre uzaktayım. Su içmek için çeşmeyi açıvermenin, yemek yemek için barın birine girip sipariş vermenin yeterli olduğu o rahat hayattan uzakta. Yatakta, sıcak, kuru ama en önemlisi de güvenli bir yatakta uyumaktan çok uzakta. Öyle özlüyorum ki o dinginliği! Akşam işten çıkınca kalan vaktimi nasıl değerlendirsem diye düşünmenin hayatımdaki tek belirsizlik olduğu zamanları. Şimdi önceki meşguliyetlerim çok saçma geliyor: ev kredisi, maaş, arkadaşlar arası tartışmalar, sevmediğim yemekler, futbol maçı – ama en çok da yemekler…



Hayatta kalma ihtiyacının insanın bakış açısını değiştirdiği ortada. En azından bende öyle oldu. İyi de evden bu kadar uzakta, Orta Afrika ormanlarının sınırında ölmek de ne? Kendimi nasıl bu Dantevari ve görünüşe bakılırsa çaresiz duruma düşürdüm? Bu hikâye nasıl başladı?



Şimdi beni ölümün kıyısına, öteki tarafa transit gitmeye, çok büyük ihtimalle defterimin dürülmesine sürükleyen badireleri zihnimde canlandırıyorum.








1. GÜN


BU MÜTHİŞ HİKÂYENİN BAŞLANGICI



Kolumdaki saate baktım. İspanya’ya dönüş uçuşumuza iki saat var. Alex ve Juan’la birlikte çoktan Windhoek'teki havaalanının alışveriş bölümüne gelmiş, yerli paranın son kuruşlarını harcayıp yeri gelmişken de insanın hep son ana kadar ertelediği o hediye alma faslını gerçekleştiriyorduk. Yemeğimizi çoktan yemiştik. Yapılacak bir tek alışveriş kalmıştı. Babama tahta kabzasına ülkenin adı Namibya kazılı bir bıçak aldım. Kalanlara da tahtadan incelikle yontulmuş envaiçeşit hayvan figürü aldım. Kız arkadaşım Elena’ya özel olarak ise, Afrika savanındaki tipik bir köyden güzel bir el işi yontulmuş zürafa figürü aldım. Alex bir ağız tüfeğiyle bir sürü ok aldı. Söylediğine bakılırsa, kendi hedef tahtasında oynayıp işe biraz renk katıp bir bakıma kabile havası vererek kendi kendini teşvik etmek içinmiş. Bir saat boyunca sırtımızda çantalar oradan oraya dolaşıp bu egzotik ülkedeki son anlarımızın tadını çıkardık. Hem de ta uçağa biniş saati gelene. Bagajımızı zaten teslim etmiş olduğumuzdan, doğrudan söylenilen kapıya giderek dört motorlu ve pervaneli eski model uçağın birkaç fotoğrafını çektikten sonra, içerdeki yerlerimizi almamız çok sürmedi. Vahşi Afrika savanında arazi aracıyla çıktığımız on beş günlük safari artık bitiyordu ve bu toprakları özleyecek olmamıza karşın sıcak suyla duş almanın ve İspanyol usulü iyi yemekler yemenin hasretini çekiyorduk. Her ne olursa olsun, ayrılışımızın zamanlaması çok talihsizdi çünkü söylenene bakılırsa birkaç gün daha kalıyor olsaydık onlarca yıldır görülen en muhteşem güneş tutulmalarından birine, hem de tutulmanın en net görüldüğü Afrika’da şahit olacaktık.



Bu üçlünün en cesur ve maceraperesti bendim, neticede onları buraya gelmeye ikna eden de ben olmuştum. Ama maceraperest olmak başka, bir yere yanında birisi olmadan gitmek başka. İlk başta, sığınacak tek bir gölge bulunmayan, havanın gün boyu 40 derece olduğu bir yerde, hiç de konforlu görünmeyen bir fotoğraf safarisi için Kuzey İtalya’daki rahat tatil planlarını feda etmek istemediler. Safari bittiğindeyse hiç pişman olmuşa benzemiyor, aksine, yine olsa hiç düşünmeden yine yaparmış gibi duruyorlardı.



Bindiğimiz makine bizi 1.000 kilometreden fazla kuzeye, eve dönmek üzere modern ve konforlu Avrupa havayollarına aktarma yapacağımız başka bir uluslararası havaalanına götürüyordu.



Kalkıştan sonra, Alex’in dijital fotoğraf makinesinden seyahatimizde çektiğimiz fotoğraflara bakarak kendimizi eğledik. Aralarında Alex’le Juan’ın hırçın bir öküz başlı antilop onları kovalarken dehşete düşmüş şekilde kaçtığı müthiş komik bir fotoğraf da vardı. Onlar anılar ve gülüşmeler arasında fotoğraflara bakmayı sürdürürken, ben de pencereden dışarı bakıp geçip giden bulutları izleyerek düşüncelere daldım. Okul yıllarından tanıdığım en iyi iki arkadaşımla inanılmaz bir ülkede yaşadığımız harikulâde bir maceradan eve dönüyor olmak çok güzel bir histi. Yemek yerken izlemeye bayıldığım o National Geographic programlarında olmak gibi bir şeydi. Bir 4x4’e binip öküz başlı antilopların büyük göçlerinin izlerinin takip edildiği, fil sürülerinin fotoğraflandığı, vahşi Afrika savanının sıcağında birkaç metre ötedeki meşhur aslanların izlendiği bir safari. Su aygırlarının kavgalarını, gergin bir bekleyişle av arayan timsahları, bir parça leş için heyecanlanan sırtlanları, ölmüş bir şeyin üzerinde daireler çizen akbabaları, ilginç sürüngenleri ve her türden böceği görmüştük. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kamp kurup çadırlarda kalmış, yıldızlarla bezeli apaçık bir göğün altında kamp ateşinin ışığında akşam yemeği yemiştik. Ne muazzam bir deneyimdi! Özellikle de Etosha Ulusal Parkı’na gidişimiz.



Aşağıda, o ana dek gördüklerimize tezat oluşturan devasa yeşil bir leke vardı; ekvator bölgesinden geçiyorduk. Her yanı uçsuz bucaksız gür bir orman kaplamıştı. Bir sonraki seyahatimizin hedefi buna benzer bir şey olabilirdi, mesela inanılmaz canlı çeşitliliğinin tadını çıkarmak için molalar vererek Amazon Nehri boyunca tekneyle gezebilirdik. Ne de olsa ağaçsız bir savanın devasa enginliğini artık görmüş olduğumuzdan, şimdi de bitki deryasının ve bereketli yaşamın ihtişamını görmeyi istiyordum. Geçit vermez ormanda palalarla yol açıp ilerleyebilmeyi, yiyecek bulmayı öğrenmeyi, bizim medeniyetimizle hiçbir alışverişi bulunmayan kabileleri tanımayı, egzotik hayvan ve bitkileri görmeyi istiyordum. Fakat bu ancak önümüzdeki yıl olabilirdi, tabi arkadaşlarımı benimle gelmeye bir kez daha ikna edebilirsem. Ama hakkını yememek lâzım, Kuzey İtalya da o kadar kötü bir plan değildi şimdi.



Patlama sesine benzer büyük bir gürültü, sonra da uçağın yaptığı ani bir manevra beni hayal dünyamdan çekip aldı. Uçak yalpalamaya başladı ve çok geçmeden kendimi lunaparktaki hız trenine binmiş gibi hissettim. Kendimi koridorun ortasında, bir kadının üzerinde yatar buldum. Hemen ayağa kalkıp bir daha düşmemeye çalışarak koltuğuma döndüm. Her tarafta paniğe kapılmış insanların çığlıkları yankılanıyordu. Bir hengâmedir koptu.



“Yangın, yangın, kanattan vurulduk!” diye bağırdı koridorun öteki tarafından biri.

“Sağ taraftan!” diye işaret etti başka bir yolcu.



Önce neden bahsettiğini anlamasam da, onun bulunduğu yerdeki pencereden dışarı bakınca bir duman bulutunun ortalığı zifiri karanlığa, felâket bir gece karanlığına boğduğunu gördüm. Uçağın hareketleri gitgide keskinleşiyordu. Kimileri bağırmaya başladı. Pilotun hoparlörlerden gelen gergin ve zar zor seçilen sesini duyduk: üzerinden geçmekte olduğumuz Kongo’daki gerillaların attığı füzeyle vurulduğumuzu ve acil iniş yapacağımızı bildiriyordu. Kadının birine sinir krizi gelince, iki hostes, bir adamın yardımıyla kadını zorla koltuğunda tutmak zorunda kalmıştı. Biz üçümüz hemen oturup kemerlerimizi bağlayarak uçağa ilk bindiğimizde hostesin gösterdiği pozisyonu alıp başımız dizlerimizin üzerinde, insanın içini ferahlatmaktan bayağı uzak olan metal zemini seyreder hâlde bekledik. Dehşete düşmüştük. O rahatsız pozisyonda beklerken, haberlerde, ülkenin elmas madenlerinden bazılarını, hatta cep telefonu hatlarının, mikroçiplerin ve nükleer enerji santrali parçalarının yapımında elzem olan bir metali içeren değerli koltan cevheri madenlerinin de bazılarını ellerinde tutarak zengin olan bu isyancılardan bahsettiklerini anımsadım. Tüm komşu ülkelerin bir çıkarı bulunan, yirmi yılı aşkın süredir devam eden ve hiç bitecekmiş gibi de durmayan kanlı bir iç savaş gibi bir şey vardı.



Aldığım darbeler o kadar kuvvetliydi ki beni art arda müthiş bir şiddetle öne savurunca emniyet kemerim vücudumu sıkarak soluğumu kesti ve önümdeki koltuğa başımı çarptım. Uçağın burnunun aşağı çevrildiğini hissettim ve uçak tam o anda vida gibi döne döne alçalmaya başladı. Kıyamet gibi bir gürültü kopuyordu, sanki binlerce motor aynı anda son güç çalışmaya başlamıştı. Yerle temas etmeden hemen önce, pilot hoparlörden son bir uyarı yaparak tespit etmiş olduğu bir açıklığa acil iniş yapacağını bildirdi. Aklımdan en son geçen şey hepimizin çarpışmadan öleceğiydi. Sonrası tam bir kaos, güm güm sesler, darbeler ve karanlık…



Kendime geldiğimde başımda feci bir ağrı vardı. Elimi alnıma götürünce biraz kanadığını fark ettim. Üstelik tüm vücudumda ezik ve sıyrıklar vardı. Ama en kötüsü de emniyet kemerinin baskı yaptığı yerde açılmış çıplak tenimdeki su toplamış koca kabartıydı. Parmaklarımı üzerinde gezdirince acıdan dişlerimi sıkmama neden olan keskin bir batma hissi oluştu. Arkadaşlarıma baktım; Juan şoka girmiş gibiydi, homurdanıp yakınarak ufak ufak hareket ediyordu. Alex… Alex’te hiç hareket yoktu, hayat ve neşe dolu yüzü tamamen solmuş ve kaskatı kesilmişti, ensesinden oluk oluk kan akıyordu. Çaresizlik içinde tekrar tekrar seslendim ona. Yüzüne dokundum, kaskatıydı. Tutup hafifçe sarstım, adını seslendim, yalvarıp yakardım. Alex ölmüştü, basbayağı, ölmüştü. Bu söz kafamın içinde sanki kendi kendine çoğalır gibi yankılanıp durdu: Ölmüştü.



O ıstırap içinde, üzerime çullanan hislerle bir tepki vermeye çalıştım. Aldığım darbelerden olacak, kafamda güm güm bir ses yankılandı.



“Bir dakika,” diye düşündüm, “kafamda değil ki bu ses.” Uzaklarda bir yerde davulların kendini tekrar eden bir ezgi çaldığını duyabiliyordum. Sanki birileri uzaktan birbiriyle iletişim kuruyordu.



“Sıçtık!” dedim kendi kendime.



Sendeleyerek ayağa kalktım, aklıma aniden bir fikir gelmişti. Eğer bizi gerillalar vurduysa gelip bizi esir alacak, hatta belki öldüreceklerdi. Derhâl oradan ayrılmamız gerekiyordu. İlk tepkim Alex’i uyarmak olmuştu ama kafamı çevirip onu gördüğümde ölmüş olduğu bir kez daha yüzüme tokat gibi çarptı. Ancak birkaç saniye öylece dikildikten sonra tekrar hareket edebildim. Koltuğundan kalkmadan kâbus gören biri gibi birkaç kez kıpırdanmış olan Juan’a yaklaştım.



“Juan,” diye kekeledim, “gitmemiz gerek.”

“Peki ya Alex?” diye mırıldandı gözlerini açmadan.

“Alex, Alex öldü Juan.” diye cevap verdim olduğum yere yığılmamaya çalışarak. “Gel hadi, Alex öldü, buradan gitmezsek biz de öleceğiz. Alex, öldü…”



O keşmekeşin ortasında takılıp tökezleyerek sırt çantamı arayıp buldum. Çantayı alıp uçağın arka kısmına gittim. Arkada uçağın bir tarafı yanıyordu ve aşırı sıcaktı. İçerisi inanılmaz garip pozisyonlarda oraya buraya savrulmuş, kimi yaralı kimi hareket etmeye çalışan insanlarla doluydu, kimileriyse ölmüştü. Dört bir yandan bağırtılar, iniltiler ve mırıldanmalar geliyordu. Mutfak kısmına gidip ne bulduysam çantaya doldurdum: kutu meşrubatlar, sandviçler, üzerinde yazı bulunmayan kutular ve bir çatal. Çanta dolduğunda Juan’ın bulunduğu yere gidip onun bir kadının üzerine düşmüş olan çantasını da aldım. İçine uçakta verilen battaniyelerden koydum. Sonra ilkyardım çantasını hatırlayıp mutfağa döndüm. Orada yerde duruyordu, içindeki her şey etrafa saçılmıştı. Yakınımda olan ne varsa toplayıp Juan’ı almaya gittim.



“Hadi Juan, gidiyoruz.”

“Ben gelemem,” diye fısıldadı, “her yerim dökülüyor.”

“Juan hadi, kalkmak zorundasın, yoksa hepimizi öldürecekler. Şimdi çantaları dışarı bırakıp seni almaya geliyorum.”

“Tamam tamam, deneyeceğim.” diye cevap verdi koltuğunda biraz sarsılarak.



İki çantayı da alıp çarpışmanın hengâmesinden tam olarak kendime gelememiş hâlde tökezleyerek oradan ayrıldım. Kendimi durup diğerlerine yardım etmekten alıkoymam gerekiyordu. Ne kadar zamanım kaldığını bilmiyor, sadece yaşamak istiyordum. Bir gün daha yaşayıp güneşin doğuşunu görmek istiyordum. Ormanlık alandaki bir açıklığın, bir kayran’ın bir yanına konmuştuk. Göründüğü kadarıyla, pilot ağaçların yokluğundan faydalanarak buraya inmeyi denemiş fakat biraz ıskalamıştı. Uçak da büyük ağaçlara çarptığında sol kanadını kaybetmişti. Uçaktan göğe upuzun bir duman yükseliyor, kilometrelerce öteden herkese yerimizi belli ediyordu. Ormanın biraz daha içlerine girip çantaları büyük bir ağacın dibine bıraktım. Sonra tam uçağa dönmek üzere arkamı döndüğümde bir grup silahlı zenci benim bulunduğum yerin tam karşısından açıklığa fırladı. Hemen çöküp bir ağaç gövdesinin arkasına gizlendim. Mideme hançer saplanmış gibi oldu. Kimi kamuflaj kimi de sivil kıyafetler giymiş gerillalar ellerindeki silahları doğrultup hiç durmadan bağırarak uçağın etrafını sardı. Söyledikleri tek kelimeyi anlamıyordum ama bulunduğumuz bölgeye bakılırsa Svahili dilinde olsa gerekti – ya da kim bilir hangi dildi.



“Nitoka!” diye bağırdılar tekrar tekrar. “Enyi! Nitoka! Maarusi!






Çok geçmeden, afallamış ve kafaları karışmış yolculardan bazıları uçaktan çıkmaya başladı. Adamlar yolcuları ite kaka yere yatırıp üzerlerini iyice aramaya koyuldu. Derken daha fazla isyancı çıkıp geldi. Yolculardan biri, bizim önümüzde oturan bir adam, heyecan yapıp ayağa kalkarak kaçmaya çalıştı. Gerillalar makineli tüfekleriyle birkaç kurşun sıkınca adam oracıkta can verip yere düştü. Tam o kargaşa anında, Juan uçaktan çıkıp herkesin baktığı yönün tersine koştu.



“Basi!2 Basi!” diye bağırdı isyancılardan bazıları onu fark edince.

Juan tam açıklığın kenarına ulaşmak üzereyken, liderleri gibi duran adam “Nifyetua!


” diye bağırdı.



Adamlardan ikisi Juan’ın arkasından hemen ateş etti. Kurşunlardan biri kulağımda ıslık çalarak yanımdan geçti. Başımı eğerek, sanki bu beni kurşunlardan koruyacakmış gibi aptal bir düşünceye kapılıp gözlerimi sımsıkı kapadım. Juan benim olan biteni izlediğim yerden yalnızca üç metre ötede dizlerinin üzerine düştü ve tamamen yığılıp kalmadan önce, yerde çömelmiş duran bana bakmayı başarıp son gülümsemesini bana bahşetti.



“Nitoka, maarusi!” diye bağırmaya devam ettiler uçağa doğru.



Çığlık atmamak için çok büyük çaba sarf etmem gerekmedi çünkü tamamen dilim düğümlenmiş, felç olmuştum. O hâlde ne kadar kaldım bilmiyorum ama hareket kabiliyetimi tekrar kazandığımda, sadece bir tek çıkış yolum kaldığını biliyordum: canımı kurtarmak için koşup kaçmak. İki sırt çantasını da alıp gür ormanın içine doğru mümkün olan en gizli şekilde yürümeye çalıştım fakat bunda çok da başarılı olamadım çünkü tökezliyordum ve tüm bedenim acıdan bitap düşmüştü, vücudumu tam anlamıyla kontrol etmekten acizdim. Nereye gideceğimi bilmiyordum ama hayatta kalma ihtimalimi en üst düzeyde tutmak istiyorsam kendimi o vahşilerden mümkün olduğunca uzaklaştırmam gerektiği ortadaydı.



Korkunun, hem de ölüm korkusunun sürüklemesiyle, bacaklarım artık kaldıramayıncaya kadar yaklaşık iki saat yürüyüp kendimden geçerek yere yığıldım. Çantalar sanki taşla doluydu. Sol dizimde derinden gelen bir ağrı hissettim; futbol oynarken sakatlandığımdan beri dizim hiçbir zaman tam iyileşmemişti ve zorladığım zaman hâlâ ara ara sıkıntı çıkarıyordu. Çantamı açıp bir gazoz aldım. Hâlâ biraz soğuk gibiydi, açıp kana kana içtim. Terden sırılsıklam olmuştum, çenemden sel gibi ter akıyordu, sanki yağmur yağmış ya da havuzdan yeni çıkmış gibiydim. Hava almaya ihtiyacım olduğundan derin derin nefes almak için ağzımı açtım. Elimdeki içeceği fazla hızlı içip boğazıma kaçırınca şiddetli bir öksürük nöbetine tutuldum. Boğuluyor gibi oldum. Hâlâ biraz kesik kesik nefes alarak da olsa kendimi toparladığımda çevremdeki ışığın azaldığını fark ettim, hava kararıyordu. Alex kazada ölmüş, Juan kurşunlarla delik deşik edilmişti; en yakın iki arkadaşım hiç anlamadığım ve zerre umurumda olmayan salak saçma bir iç savaşta bir anda yitip gitmişti. Niye birbirlerini öldürmüyorlar? Neden biz? Neden ölenler arkadaşlarım Alex’le Juan olmak zorunda? Piç kuruları! Bana bıraksalar tekmili birden yok olup gitsin, hiç karışmam. Onlar yüzünden şimdi bu boktan, nemli, bunaltıcı ve boğucu yerde, arkadaşlarım olmadan tek başıma kaldım. Neden ben? Neden onlar? O vahşilerin makineli tüfeklerle vurduğu Juan'ın ölümü sanki bir film sahnesiymiş gibi kafamda tekrar tekrar dönüyordu. Bana attığı o son bakışta gözlerindeki ışığın sönüşü… Düşünmemeye, zihnimin derinlerine itmeye çalışsam da başaramadım. Daha birkaç saat önce birlikte seyahatimizin anılarını anlatıp gülüşüyorduk ama şimdi…



Ne kadar olduğunu hatırlamıyorum, bir süre ağladım ama çok iyi geldi. Nihayet ağlamaktan kendimi alabildiğimde kendimi çok daha iyi hissediyordum. Yani, en azından daha sakindim. Hava iyiden iyiye kararıyor, loş orman karanlığa teslim oluyordu. Uyuyacak bir yer bulmak zorundaydım. En çok isyancılar beni bulur çekincesiyle yerde uyumaktan korkuyordum ama yılanlar, uluyan maymunlar ve kim bilir daha ne türlü vahşi aç yaratıkla ağaçta uyuma fikri de pek iç açıcı gelmiyordu. Bir karar vermek zorundaydım. Yılanlar mı silahlı öfkeli adamlar mı? Yılanlar kötünün iyisi gibi geldi, en azından henüz bana bir zararları dokunmamıştı. Benim tırmanabileceğim ama yılanları zorlayabilecek, bir de biraz kurulup uyuyabileceğim bir yeri olan bir ağaç aramaya başladım.



Etrafta inanılmaz çeşitli ağaç ve bitkinin olduğunu da tam o sırada fark ettim. En küçük ve ufacık bitkilerden, boyu 50 metreyi aşan, gövdesi diğerlerinin hepsinden büyük olan ve nerede bittiğini bile göremediğiniz ağaçlara kadar birçok farklı türden oluşan müthiş çeşitlilikte bir bitki örtüsü her yerden fışkırıyordu. Aralarında küme küme sık çiçekleri ve boyları birkaç metreye varan saçaklanmış renkli yapraklarıyla upuzun palmiye ağaçları da vardı


. En üstte boyları 30 metreye varan ağaçlarla bunlardan bile uzun ağaçlardan oluşan bir tabaka, onun altında bizim mezarlıklara diktiğimiz servilere benzer uzayıp giden şekilleriyle 10 – 20 metrelik ağaçlardan oluşan bir ikinci tabaka, ışığın çok az ulaşabildiği en altta da 5 – 6 metrelik ağaçlardan oluşan bir tabaka vardı. Bir de çalılıklarla tek tük de olsa birkaç genç ağaççık görülüyordu; bir yosun tabakası yer yer çalılıkların neredeyse tamamını kaplamıştı ve her yanda tüm ağaç gövdelerine tırmanıp dallardan sarkan bir odunsu sarmaşık (liyan) deryası vardı. Her yer çiçek her yer meyveydi ama genelde en yükseklerde oldukları için ben yetişemiyordum. Her türden hayvan da vardı; kolay kolay görünmeseler de ben kuş cıvıltılarını, maymunların tiz çığlıklarıyla onlardan biri geçince başımın üzerinde sallanan dalları, her tarafta çiçeklerin etrafında vızıldayan böcekleri, hatta uzaktan uzağa da olsa bazı kara hayvanlarının ayak seslerini duyabiliyordum. Dört bir yanda kelebekler ve envaiçeşit böcek kıpır kıpır dolanıyordu. O durumda olmasam öylesi güzel bir yerin tadını çıkarırdım ama o an her şey hayatta kalmamın önünde potansiyel bir engeldi. Tabi bir de her şey beni korkutuyordu.



Kısa bir arayışın ardından işimi görür gibi duran bir ağaç bulup sırtımda iki çantayla tırmandım. Çantalar inanılmaz bir şekilde ağır geliyordu ve dizim de biraz ara vermem için yalvarıyordu. Kendimi güvende hissedecek ama gece düşersem ölmeyecek ya da ciddi şekilde yaralanmayacak kadar yükseğe tırmandığımda neredeyse birbirine paralel şekilde yan yana uzayan iki ağır dalın arasına elimden geldiğince sokuldum ve uçaktan getirmiş olduğum küçük örtülerden biriyle üzerimi biraz örtüp ötekini de yastık yaptım. Her zamanki gibi kendilerine özgü bir şekilde gökte debelenircesine kanat çırpıp içgüdülerini kullanarak delirmiş gibi pır pır uçuşan devasa sayıda büyük ve koyu kahverengi yarasa görülüyordu


. Nasıl sayılırlardı bilmiyorum ama binlercesi olsa gerekti. Çoğunlukla palmiye ağaçlarında duraklıyorlar ve zannedersem onların meyvelerini yiyor ya da meyveleri yiyen böcekleri avlıyorlardı.



On beş yirmi dakikalık kısa nöbetler hâlinde herhâlde iki saat kadar uyumuşumdur. Dört bir yandan gelen sesler rahat vermedi; ayak sesleri, insan sesleri, gaklamalar, acı çığlıklar, vızıltılar, fısıltılar ve durmadan bir yükselip bir alçalan mırıltılar duyup durdum. Birkaç kez bir çocuğun canhıraş ağlamalarını ve fillerin hortumlarını öttürdüğünü duyduğumu bile zannettim. Bunlarının tümü gerçek miydi yoksa ben kafamda mı kuruyordum bilmiyorum. Zaman zaman, uyku arasında vahşi bir yaratık beni mideye indirecekmiş gibi huzursuz edici bir kükreme duyuyordum. Bazen de ıstıraptan soluğum kesiliyor, neredeyse gerçekten canım acıyana kadar kalbimde bir sıkışma hissediyordum. Etrafımdaki her ses, her hareket, her şey bir işkence gibi, aniden bastıran bir boğulma hissi gibi geliyordu. Birazcık uykuya dalabildiğim an bir şey oluyor, korku içinde uyanıyordum. Bazen kasvetli gecenin karanlığında parlayan gözler gördüğümde moralimi bozmamak adına gözlerin sadece bir baykuşa ya da o bölgede bulunan kuş türlerinden birine ait olduğunu düşünmeye çalışsam da moralimi yüksek tutma çabalarım kısa sürdü; sonrasında kedigiller ailesinin niyeti bozmuş üyeleri ya da avlanmakta olan tehlikeli bir yılan görüp durdum. Zaman zaman da yakınlardan gelen silah sesleriyle kesik kesik patlamalar duyuyordum ama dikkatle dinlediğimde aslında duyacak hiçbir şey olmadığı ortaya çıkıyordu.



“Javier,” diye seslendiğini duydum AIex’in.

Uykumdan afallamış hâlde kalkıp “Efendim? Neredesin?” dedim.

“Javier,” dendiğini duydum yine.



Huzursuzluk, heves ve arkadaşımı görmenin gergin heyecanıyla dönüp etrafıma baktım. Ta ki Alex’in öldüğünü ve benim de ormanın göbeğinde çaresiz yapayalnız kaldığımı hatırlayana kadar. Kimsenin yardımıma koşabilecek olmaması, içimdeki acıyı, umutsuzluğumu paylaşacak birinin olmaması beni korkutuyordu. Paniğin beni ele geçirmesine izin veremezdim, hayatta kalmak için kötü düşünceleri aklımdan çıkarmak zorundaydım ama yapamadım. Boğucu bir yalnızlık hissi beni korkuya daha da teslim olmaya zorladı.



“Javier, Javier.”



Adımı seslenişi gece boyunca bitmedi, bir şey sorar, beni bir şeye davet eder gibiydi. Ne yöne gideceğimi bilsem onunla giderdim.




2. GÜN


ORMANIN HARİKALARINI KEŞFEDİŞİM



“Hayır, öldürme onu!” diye bağırdım ağaçtan küt diye düşüp yere çarpmama neden olan şiddetli bir titremeyle.



Ağaçtan düşmenin verdiği acıya aldırış etmeden kendi kuruntumdan kurtulmak için bir o yana bir bu yana silkindim. Aklım tamamen bulanmış hâlde etrafıma bakındım ve yaralı bir hayvan gibi inleyerek yere çömelmiş şekilde bir an öylece kaldım. Tutulmuş sırtımı ovarken gördüğümün sadece bir kâbus olduğunu, ama çok gerçekçi bir kâbus olduğunu, fark ettim çünkü rüyamda Juan’ın ölümü ve uçak kazasını yeniden yaşamış, Alex’in hareketsiz bedenini yeniden kollarıma almıştım. Alnımdan boncuk boncuk terler akıyor, ellerim titriyordu. Bir süre derin derin nefesler aldıktan sonra yola devam etmeye karar verdim. Tek dileğim hayatımdan bir parçayı kaybettiğim uçaktan olabildiğince uzaklaşmaktı. Geçmişim berbat olmuş, geleceğimi ise kasvet bürümüştü.



Uyuduğum pozisyondan mı, ağaçtan düştüğümden mi yoksa her ikisinden mi bilinmez, sırtım bayağı bir ağrıyordu ve pek tadım yoktu. Sızlanmaya devam ederek çantaları almak için ağaca geri tırmandığımda yiyecek dolu olan çantanın kayıp olduğunu fark ettim. Şaşkınlıktan sarsılıp az kalsın ağaçtan tekrar düşüyordum. O çanta olmadan hiçbir şey yapamazdım. Beni bir korku sardı, dallar arasında çantayı aradım ve tam da artık bulamayacağım derken yere düşmüş ve içinde ne var ne yoksa etrafa saçılmış olduğunu gördüm. Muhtemelen ya ağaçtan düşerken benimle birlikte sürükleyip ya da gece uykumda dönüp çantayı aşağı ben atmıştım. Öteki çantayı omzuma takıp dikkatle aşağı indim ve görebildiğim ne varsa topladım: üç kutu meşrubat, bir tane soğuk sandviç, yarısı yenmiş ve her yerini karınca talamış birkaç kurabiye, salatada kullanmalık paket tuzların olduğu bir kutu ve sonradan ayva dolu olduğu anlaşılan iki kutu. Hayvanlar götürmüş olacak ki gerisi kaybolmuştu. Ben de çantanın gece düştüğü sonucuna vardım.



Elimdekileri sayarak işime neyin yayıp neleri atabileceğimi görmeye karar verdim. Gereksiz ağırlık taşımak saçma gelmişti ve elimin altında ne var ne yok bilmem gerekiyordu. Çantamdan yiyeceğin dışında babama almış olduğum bıçak, ahşap figürlerin tamamı, Orta Afrika gezi rehberi, bir paket peçete, 8X30 ebadında bir dürbün, haki kumaştan bir bez şapka ve bir “I love Namibia” tişörtü çıktı. İlaç kitinde hâlâ yarısı dolu bir kutu aspirin, hiç açılmamış bir kutu ishal ilacı, bir bandaj, üç yara bandı ve birkaç tane mide bulantısı hapı vardı. Tabi bir de belgeler. Juan'ın çantasında da kendi belgeleriyle uçaktan aldığı üç battaniye ve yastık, Svahilice konuşma kılavuzu, güneş gözlüğü, bir şapka, çikolatalar, neredeyse boşalmış bir litrelik plastik su şişesi, bir tane çatal, bir tane büyük birkaç tane de küçük ahşap fil figürü, neredeyse dolu bir sigara paketi ve bir de çakmak vardı.



İki çantayı birden yanıma alamayacağımdan her şeyi daha iyi durumda olan kendi çantama doldurdum ama battaniyelerden birini, çok yer kaplayan bir yastığı ve o ortamda hiçbir işime yaramayacak ahşap figürleri yanıma almadım. Bunları gömüp üzerlerini çer çöple kapladım. Atılacaklardan bazılarını atarken her birinin kime ait olduğunu hatırladım: Elena’ya, aileme ve arkadaşlarım Alex’le Juan’a. Tekrar ağlamaya başlamam çok sürmedi çünkü hiçbirini bir daha göremeyecektim. Tabi Alex’le Juan’ı çok geçmekten görürdüm; cennette ya da artık öldükten sonra nereye gidiliyorsa orda.



Çikolatalar sıcaktan tamamen erimişti, ben de hepsini birden yiyerek ambalajlarını yalayıp tertemiz ettim. Tatları inanılmaz güzel geldi. Şişede kalan azıcık suyu da içtim. O esnada durup bir sonraki adımımı düşünmek zorunda olduğumu fark ettim. Aklıma bazı sorular geldi: İsyancılar hayatta kaldığımı biliyor muydu? Nereye gitmeliydim?



İlk soruya hiçbir cevabım yoktu. Belki beni gören yolculardan birine itiraf ettirmişlerdi, belki etrafı kolaçan edip izimi ya da içtikten sonra (o an tek düşündüğüm şey kaçmak da olsa çok büyük bir hata yapıp) yere attığım meşrubat kutusunu bulmuşlardı, belki dört bir yana dağılmışlardı ve her şekilde beni bulacaklardı ya da belki hiçbir şey bilmiyorlardı. Ne olursa olsun artık daha dikkatli olmak ve nereye gidersem gideyim mümkün olduğunca az iz bırakmak zorundaydım.



Gideceğim yöne gelince, uçak döne döne inerken ufukta, ormandaki kocaman bir açıklıkta bir kasaba gördüğümü hatırlar gibiydim. Bilmediğim şeyse orasının isyancıların üssü olup olmadığıydı fakat bize saldırdıkları tarafa çok yakın olduğundan bu ihtimal çok olasıydı. Afrika’nın güneyinden kuzeyine doğru gitmekte olduğumuzdan, kuzeye ilerlemeyi sürdürürsem ormanın sonuna ulaşıp başka bir ülkeye geçeceğimi ve yardım bulma olasılığımın artacağını hesap ettim. Arkadaşlarımı çok özlemiştim. Alex'in içi içine sığmayan heyecanı, iyimserliği ve neşesi ile Juan’ın serinkanlı analitik düşünme kabiliyeti, sükûneti ve bir sorunla karşılaştığı zaman kullandığı karar alma becerileri tam o anda çok da işe yarardı. O an yanımda olmalarına, hiç yoktan peyda olmuş bu kaçışı olmayan belayla yüzleşmem için bana cesaret vermelerine nasıl da ihtiyacım vardı! İçinde bulunduğum durum onlarla çok daha kolay bir hâle gelirdi, hatta eve döndükten sonra anlatacağım bir macera bile olurdu ama onlar ölmüş, öldürülmüş, sinir bozucu sinekler gibi itlaf edilmiş, hayatlarının baharında soldurulmuşlardı. Bense her şeye rağmen hayatta kalmak mecburiyetindeydim. Şerefsizler, o… çocukları! Sakin, Javier, sakin! Sakinliğimi korumak zorundaydım, bir nebze de olsa şansım olsun istiyorsam tek seçeneğim buydu. Pekâlâ, güneş doğudan yükselip batıdan batar, yani eğer aşağı yukarı şu taraftan doğmuşsaaa… şu taraftan batmıştır. Bu yön bulma yöntemiyle bir yere varırsam kabiliyetle falan alakası olmaz, tam bir mucize olurdu. Her neyse, emin olmak için görebildiğim en yüksek ağaçlardan birine tırmandım.



Basamak olarak kullanabileceğim bir sürü dal olduğundan tırmanması kolaydı ancak yükseklere çıktıkça dallar hem küçüldü hem de yumuşadı, ben de dalların en geniş ve dayanıklı kısımları olan diplerine basmaya özen gösterdim. Etrafındaki ağaçların çoğunu gölgede bırakan bir ağaçtı bu ve neredeyse tepesine vardığımda gözlerimin önüne serilen manzara korku vericiydi. Her yanı halı gibi kaplamış, zeminin hatlarına göre dalga misali bir yükselip bir alçalan yeşil bir deniz, uzayıp giden muazzam bir canlılık… Sayısız ağacın tepe yapraklarının oluşturduğu o sık dokunmuş halıdan yalnızca diğerlerinden çok daha uzun olan tek tük ağaç çıkıntı yapıyordu. Nereye baksam ağaçların tepelerini görüyordum, sonu yok gibiydi. Dürbünle bile hangi yöne baktıysam ağaçtan başka bir şey göremedim. İşin aslı, bunun yön tayin etmemde pek bir faydası olmadı. Ağaçtan inip Juan’ın çantasını içindekilerle birlikte, devrilmiş bir ağaç gövdesinin altına yarı gömülü şekilde sakladım. Son anda Elena için aldığım zürafayı yanıma almaya karar verdim çünkü onu bir daha görecek olursam verecek bir hediyem olmasını istedim. Buradan geçtiğime işaret edecek açık bir iz bıraktım mı diye son bir kez etrafa bakınıp yeteri kadar ikna olduktan sonra çok da fazla ümitlenmeyerek yürümeye koyuldum. Arkadaşlarıma ciddi ciddi ihtiyacım vardı!



Ormanda yürürken gösterişli göğüs kısımları kırmızı, vücutlarının geri kalanı yeşilimsi renkte olan birkaç renkli kuşa rast geldim


. Dalların arasında on iki ilâ on beş kuşluk gruplar hâlinde inanılmaz bir çeviklikle uçuşuyorlardı. Ufacık bir ses çıkardığım anda gözden kayboluverdiler. O güzeller güzeli hayvanlar, ormanın amansızca üzerime saldığı yalnızlık hissinden, basıklık, depresyon ve boğulma hissinin artık yoldaşım olduğu o düşman, acımasız, hep kasvetli ve baskıcı dünyadan beni bir anlığına uzaklaştırmıştı.



Yol zorluydu, sürekli bir şeylerin etrafından dolanmak ya da engellerin üzerinden atlamak zorunda kalıyordum. Ara ara bir açıklığa denk gelsem de görülürüm korkusuyla kenarlarından dolanıyordum. Durmaksızın terliyordum ve çok susamıştım ama elimde sadece üç tane kaldığından bir tane daha meşrubat içmek istemedim. Hava 26 – 27 derece olsa gerekti ve bayağı nemliydi, bu da basıklık ve sıcaklığı daha da hissedilir kılıyordu. Gömleğimi bir süre çıkardıysam da üşüşen sivrisineklerin ısırıklarından dolayı tekrar giymek zorunda kaldım. Yer yer orman öyle sıklaşıyordu ki önceden bulduğum bir sopayı pala niyetine kullanıp yol açmak durumunda kalıyordum. Bu tür durumlarda resmen yerimde sayıyordum çünkü elimdeki sopayla en fazla geçtiğim yerdeki dalları itebiliyordum ama kesemiyordum. Bir de kıyafetlerimin kapatamadığı yerlerde dizlerimden ve dirseklerimden aşağısı ormandaki bitkilere sürtündüğü için yara bere içinde kalmıştı. Yüzümde bile birkaç yerin kaşınması bana yüzümde de kesikler olduğunu düşündürdü.



Zemin kâh tahrip olmuş ağaç dal ve gövdeleriyle dolu kâh yapraklarla kaplı ve yumuşaktı, dolayısıyla bir çukura girip ya da kayıp bileğimi burkmamak için dikkatle yürümek zorunda kalıyordum çünkü bileğimi burkmak ölümcül olurdu. Bazı yerlerde ağaç tepeleri o kadar sıklaşıyordu ki gün ışığını engelleyerek oldukça kasvetli bir atmosfer yaratıyorlar, bazen de ağaçların boylarına bağlı olarak farklı tonlarda ışık katmanları oluşturuyorlardı. O bölgelerden korka korka geçtim çünkü ormanın yeşil tavanında estiğini tahmin ettiğim rüzgârla hareket eden dallardan ve bunların çıkardığı dört yanımı sarıp bana huzursuzluk veren bitmek bilmez korkunç uğultudan dolayı sanki sürekli hayaletlerin saldırısına uğruyormuş gibi hissediyordum. Kimi zaman orman inanılmaz sıklaştığı için geçit vermez hâle geliyor, ben de ilerleyebilmek için çok uzun dolambaçlı yollara girmek zorunda kalıyordum. O kadar farklı türde bitkinin bir arada bulunabileceğini hiç düşünmezdim. Artık kâşifler gibi orman yürüyüşleri yapmanın romantikliğini geçmiş, bir an önce oradan çıkmak istiyordum. Üstüne üstlük, her zamanki gibi çok gürültü yaptığımdan eğer takip ediliyorsam yerimi bulmalarının çok kolay olacağı düşüncesiyle içim sıkılarak yürüyordum.



Geceleyin dört bir yanı bitmek bilmez bir gürültü sarıyordu ama tek bir ses değildi bu gürültünün kaynağı; böcek vızıltılarını, ağaç tepelerindeki garip kuşların şakımalarını ve maymunların ya da onlara benzer bir şeylerin çıkardığını farz ettiğim çığlıkları duyuyordum. En azından o huzursuz edici kükremeler duyulmuyordu, muhtemelen gece ortaya çıkan bir avcı hayvan çıkarmıştı onları ya da en azından ben öyle düşünmek istiyordum. Aslında çok hayvan görmesem de hepsini hissedebiliyordum.



Kolumdaki saate baktım. Saat sabahın onuydu. Bir saattir yürüyordum ve daha fazla yürüyecek takatim kalmamıştı. Zaten dizim de uyarı sinyalleri vermeye başlamıştı, şöyle bir baktığımda hafi şişmiş olduğunu fark ettim. Çoğu zaman dizimdeki lifler yerlerinden oynamış, benim de hafif ama kararlı bir şekilde ovalayarak onları yerlerine oturtmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Biraz dinlenmek için yere oturup normalden uzun bir ağacın gövdesine yaslanarak dizimi ovdum. Sıcak hava dizime biraz iyi geliyordu. Bayağı açık bir alandaydım. Bir ağacın dalında papağana benzer bir kuş gördüğümde bir süredir orada oturuyordum. Mat mavimsi tüyleri vardı ve renk bütünlüğünü bir tek kırmızı kuyruğu, gözlerinin etrafındaki beyaz halkalar ve âdeta bir insandan çıkıyormuşçasına çığlıklar atan siyah gagası bozuyordu


. Vücudunu oynatmadan kafasını neredeyse tüm yönlere çeviriyordu, bu da bana Şeytan filmindeki kızı hatırlattı. Süzülerek bir ağacın meyvesine doğru uçtu ve meyveyi gagalamaya başladı. Meyve kızılımsı turuncu renkte, bir yumruk büyüklüğünde ve balkabağı şeklindeydi.



Yer yön tayin etme kabiliyetimi düşünerek “Tabi canım, nerde olduğunu biliyorsun" dedim kendi kendime, "bilmez olur musun hiç!"



Yarım saat kadar dinlenip tekrar yürümeye koyuldum. Ne zaman bir açıklığın kenarından dolanıp güya doğru yöne tekrar yönelsem belki de yıllar boyu farkında bile olmadan aynı yerde daireler çizebileceğimden biraz daha emin oluyordum. Her şey gözüme aynı görünüyordu ve güneş de artık işe yaramıyordu. Güneşin gökteki konumunu kontrol edip saatime bakarak doğruluğunu teyit ettim ve ne yaptığıma dair en ufak bir fikrim olmadığı sonucuna vardım. Tüm sabah bir saat yürüyüp bir süre mola vererek aynı hızda ilerledim. Mola verdiğimde belki olur ya biriyle karşılaşırsam iletişim kurmama yardımı dokunur ümidiyle kafamı meşgul etmek adına Svahilice konuşma kılavuzunu ya da seyahat rehberini okuyordum. Her molada yerimden kalkıp ilerlemek biraz daha zorlaşıyordu, dizim yüzünden topallıyordum ve saat öğlen iki civarında bitkin düştüm.



Her şeyin sorumlusu bendim, arkadaşlarımı bu cehenneme sürüklemenin suçu da bendeydi ölmelerinin suçu da. Onların sözünü dinleseydim şimdi elimizde bir sürü Venedik fotoğrafı ve birkaç Toskana kart postalıyla İtalya’dan dönüyor olurduk. Hata bendeydi, her şeyin suçlusu bendim.



Susamıştım, karnım da gurul guruldu. İkileme düşmüştüm: Gücümü toplamak için güzelce yemeli mi yoksa kısıtlı yiyeceğimin olduğunu hesaba katarak sonraya saklayıp sağlığımı riske mi atmalı? Ormanda yiyecek ve su bulmanın kolay olacağını umuyordum, en azından o zaman öyle düşünmüştüm ve karnım çok açtı. Dolayısıyla meşrubatlardan birini içmeye ve üzerindeki karıncaları üfleyerek zaten ısırılmış olan kurabiyelerle sandviçi yemeye karar verdim. Bu bitmek bilmez iştahımı biraz dindirdi. Bir süre daha çürümeden dayanır düşüncesiyle ayvayı sonraya sakladım. Sonra hem bitkinlikten hem de bir önceki gece uyuyamadığımdan oracıkta uyuyakaldım.



Uyandığımda yakınlarda bir yerde bir tıslama sesi duydum. Etrafta bir yılan olsa gerekti. Sesin nereden geldiğini kestirebilmek adına dikkatle kulak kabartmak için çıtımı çıkarmadım. Korkudan karnıma ağrı saplandı, nefes almakta zorlanmaya başladım. Bir keresinde bir belgesel izlemiştim, adı “İki Adımlık Yılanlar”dı çünkü sizi ısırdıklarında düşüp ölmeden önce ancak iki adım yürüyebiliyordunuz. İçinde bulunduğum durum düşünülürse hiç de kötü bir fikir gibi gelmemişti ama ya delilik nöbetleri geçirmeden önce azar azar kontrolümü kaybedip saatlerce acılar içinde kıvranmama sebep olacak bir tanesi tarafından ısırılırsam diye düşündüm. Istırap çekmekten çok korkuyordum ve acının düşüncesi bile paniklememe yetiyordu. Sonunda kesin öleceksem çabucak olsun bitsin istiyordum. İçinde bulunduğum durumdan kurtulmak için neredeyse ölümü diler vaziyetteydim. Ben ölmeyi hak ediyordum zaten. Tıslamanın her geçen saniye yaklaştığını hissediyor, sesi çıkaran şeyin ağırlığı altında yaprakların çıtırdadığını duyabiliyordum; bana doğru geldiğinden emindim. Neredeyse üzerimde usulca gezinip bacağımdan boynuma doğru kaydığını hissedebiliyordum, hedefe varmak üzereydi, beni ısıracaktı. Gözlerimi kapatıp kendimi yatıştırmaya çalışarak derin bir nefes aldım. Sonra gözlerimi açıp yerimden santim kıpırdamadan gözlerimle dört bir yanı tarayıp nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Sonunda gördüm onu. Sağ tarafta üç metre ötede, yerden iki üç metre yüksekteki bir dalda kıvrılmış hareketsiz duruyordu. Sanki bir şeyi izler gibi sadece kafasını sağa sola hareket ettiriyordu. Gövdesi hafif mavimsi yeşil renkte yan tarafları sarımtıraktı, kuyruğu uzun, boyu da bir metre kadardı, vücudu sanki yanlardan bastırılmışçasına inceydi ve yaprakların arasında neredeyse görünmez oluyordu


. Dalda süründüğünde karnının beyazımsı renkte olduğunu görebildim.



Duyduğum şeyin bu yılan olduğuna ve gerisini benim kafamda kurduğuma ikna olana kadar hareket etmeden, sadece etrafı dinleyerek aynı yerde biraz daha bekledim. Yavaşça doğrulup başka bir yılan var mıdır diye zemini dikkatle inceledim ama o gördüğümden başka yılan yoktu ortalıkta. En azından benim görebildiğim tek oydu. Önce kenardan dolaşıp yılandan uzaklaşmayı düşündüm ama sonra insanların hep yılan etinin tadının tavuğa benzediğini ve çok lezzetli olduğunu söylediklerini hatırladım. Yani en azından dedelerimizle ninelerimiz İspanyol İç Savaşı’ndan ve çektikleri açlıktan bahsederken şakayla öyle söylerdi. Yiyecek bulmak için iyi bir fırsat gibi görünüyordu ve tadı da iyi çıkarsa daha ne olsun diye düşündüm. Yılanın kafasını tutmak için ucu V şeklinde olan uzun bir sopa aradım. Cebimden de bıçağımı çıkarıp açtım ve hazır hâlde şortumun belinden içeri soktum. Uygun bir sopa bulup yılandan da gözümü hiç ayırmadan bir ucunu keserek istediğim V şeklini verdim. Çok güç isteyen bir iş olmamasına rağmen hazırlık süreci hiç bitmeyecek gibi geldi ve beni bayağı bir yordu.



Hazır olduğumda yılana doğru usul usul yürüdüm. Artık varlığımı mı sezmemişti yoksa beni görmezden mi geliyordu bilinmez, benimle hiç ilgilenmedi. Aramızda yarım metre kadar kalınca sopayı kaldırıp tüm gücümle kafasına vurdum. İlk darbeden sonra hâlâ dala yarı asılı kaldığından yere düşünceye kadar iki darbe daha indirdim. Sonra kafasını sopanın ucuyla kıstırıp sertçe yere bastırdım. Yılan kıvrım kıvrım kıvranıyor tıslamayı da kesmiyordu, bense dehşete kapılmıştım. Sopayla uzaktan vurmak için elimi biraz gevşetsem bana saldırabilirdi, diğer bir seçenekse biraz daha yaklaşıp bıçağı saplamaktı. Cesaretimi toplayıp yaklaştım ve yılanı sabit tutmak için kuyruğuna sertçe basarak yere mıhladım. Yere çökerek bıçağımı sürüngenin sopayla yere yapıştırdığım kafasının tam altından sapladım. O hâlde bile kıvranmayı kesmediğinden bıçağı çekip aldım ve kafasını doğrayıp gövdesinden ayırdım. Cehaletimden dolayı, hâlâ bana saldırabilir korkusuyla bir adım geri çekildim. Kuyruğu hareket etmeyi sürdürerek kafasını kestiğim yerden kanlar fışkırttı. Sopayla birkaç kere vurduysam da bir faydası olmadı, ben de bir süre kendi hâline bırakmaya karar verdim. Saniyeler içinde gittikçe hareketsizleşerek en sonunda tamamen hareketsiz kaldı. Sopayla birkaç kere dokundum ama hareket etmedi. Kesin ölmüştü. Artık ben de sakin bir nefes alabilirdim.



Ormanda ilk zaferim! İnsan, hayvanı yenmişti. Bir anlığına sevinçten coşmuştum, tüm sorunlarım sıcak süte atılan şeker gibi eriyip gitmişti. Artık hayatta kalıp oradan çıkabileceğimi biliyordum. Hakiki bir macera insanıydım, nasıl hayatta kalacağımı doğuştan biliyordum. Artık bu yeşil labirentin çıkışını bulup evime, yuvama dönmeme hiçbir şey engel olamazdı. Doğa ana beni sınamış, ben de değerimi, uyum sağlama ve hayatta kalma becerilerimi göstermiştim. Artık hem kendime hem de düşman unsurlara karşı bu adaletsiz savaşın kazananı olduğumu biliyordum.



Yılanı alıp bıçakla ortadan ikiye ayırarak, tabi bu sırada bayağı tiksinmeden de edemeyerek, iç organlarını temizleyebildiğim kadar temizledim. Bunu yapabilmek için de yılanı bir ucundan tutup tam hız daireler çizerek çevirdim ve iç organları etrafa saçtım. Sonra bunun gizlilik ve dikkat çekmeme planlarıma aykırı olduğunu düşünsem de yılandan artakalanlar artık çoktan etrafa saçılmış vaziyetteydi ve canım hiç onları toplamak istememişti. Elimde kalan parçaları bıçakla temizlemeyi bitirince kusmak istedim çünkü cidden mide bulandırıcıydı. Fakat sonra devam edip derisini yüzdüm. Her şey hazır olduğunda aklıma aniden bir sorun geldi. Eti pişirmek için ateş yakamazdım çünkü hayatta olduğumu ve yerimi keşfederlerdi, dolayısıyla çiğ yemek zorundaydım. Hiç içimden gelmeyerek yılanın kanlı etine baktım. Büyük bir parça kesip ağzıma attım. Hayvanlar çiğ et yiyorsa benim de yiyebilmem lazımdı. Bir iki sefer çiğneyip hepsini geri tükürdüm. Resmen tiksinçti! Eti plastik gibiydi, sanki kız kardeşimin oyuncak bebeklerinden birini ya da yarı aşınmış bir kıkırdağı yemeye çalışıyordum. Eti hep çok pişmiş severdim, az pişmişse bile yiyemezdim. Şimdi de kalkıp çiğ yiyecektim öyle mi? Midemi en çok bulandıran şeyler hep aynı bu et kıvamındaki şeyler olmuştu: neredeyse çiğ tavuk derisi, domuz pastırması, işkembe vs.



Tam bir hayal kırıklığı içerisinde, yılan ve yiyeceğimden arta kalanları alıp toprağa gömdüm. Kazdığım çukuru daha iyi gizlemek için de üzerini yaprakla kapattım. Yiyemeyeceğim yemeği bulmanın ne faydası vardı ki? Sen git yılan ısırığından ölmeyi göze al ama eline ne geçsin! Tabi su sıkıntısı da cabasıydı. Artık bir şey bulmak zorundaydım çünkü müthiş susuzluğum dinmiyordu ve sadece iki gazozum kalmıştı. Yılanı yakalayayım derken sarf ettiğim çabadan üzerimden terler boşanarak kendimi yere attım. O bezginlikle gazozlardan birini içip kutusunu da fırlatıp attım. Bulacaklarsa da bulsunlar beni, kurşunla delik deşik olup ölmek açlıktan ölmekten iyidir, en azından daha hızlı olduğu kesin. Zaten yılanın iç organlarını etrafımda daireler çizerek her yönde iki metrelik bir alana saçmıştım. Elveda kazanan adam, elveda nasıl hayatta kalacağını doğuştan bilen adam; selam sana yabani bir bahçede ölecek olan başarısızlık abidesi! Bunu hak etmiş olduğum için, şikâyet de etmiyordum. En yakın iki arkadaşımı öldürmüştüm. Öbür yandan, televizyonda ormanda su bulmayla ilgili bir şeyler izlediğimi biliyordum, bir yerde özel bir yöntemle su bulmanın kolay olduğunu söylediklerini hatırlıyordum ama o yerin neresi olduğunu hatırlayamıyordum.



Orada öylece yere oturmuş, kollarımı dizlerime dolamış, kafam öne eğik, aklım tamamen boş, kendimi koyvermiş hâlde ne kadar kaldım bilmiyorum. Kaderine boyun eğmişlik, itaatkârlık, terk ediliş, hayattan vazgeçiş. Uçak kazasıyla Alex’in ölüşü, Juan’ı kurşuna dizmelerini görmek, yılan olayıyla sevinçten coşma ve ardından gelen aldanmışlık, bitkinlik, uyku… Neredeyse yirmi dört saat içerisinde yaşanan haddinden fazla şey, çok fazla yoğun duygu. Juan neden öyle aptallık edip o tarafa koşmak zorundaydı ki? Neden beni yalnız bırakmıştı? En azından şimdi burada ikimiz beraber olur her şey de farklı olurdu ama hayır, o tarafa kaçmayı denemek zorundaydı tabi! Şimdi… Şimdiyse eve dönüp gözlerimi kapatmak ve açtığımda da yatağımda uyanıp tüm bunların normalden daha gerçekçi koca bir kâbus, her zamanki gibi kötü bir rüya, akşam nişanlım ve arkadaşlarımla buluştuğumda anlatacak bir anı olmasını istiyordum. Ağlamaya başladım ama gözlerimden neredeyse hiç yaş akmıyordu.



Kaybolmuş, cesaretini yitirmiş, hayal kırıklığına uğramış, dermanı kalmamış, bitkin bir hâldeydim ve uykum vardı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sonunda, tamamen otomatiğe bağlamış bir şekilde, fırlatıp attığım gazoz kutusunu gömdüm ve kalkıp tekrar yürümeye koyuldum ama bu kez çok daha yavaş ilerliyor, kendimi salmış bir hâlde, neredeyse ayaklarımı sürüyerek yürüyordum. Akşam sekize kadar molalar vererek yürüdüm. Molalarım gittikçe uzadığından yürüdüğüm mesafeler de kısalmıştı. Yılanı avlarken kullandığım sopadan destek alarak yürüyüp sakat dizime çok yüklenmemiş oluyordum ama zaten artık bacaklarımı hissedemiyordum. Belli bir rota bile çizmeden, yürümüş olmak için yürüyordum ki zaten nasıl kesin bir rota çizeceğimi de bilmiyor, açıkçası pek de umursamıyordum. Niye onları buraya gelmeye ikna etmek zorundaydım ki sanki? Ben kimseyi dinlemez, her şey benim dediğim gibi olsun isterdim. Her şeyi kontrol etme, yönetme isteğim bak şimdi beni nereye getirmişti. Juan, aptalsın sen. Niye o tarafa koşup intihar ettin ki? Bu tamamen senin hatandı, benle hiçbir ilgisi yok. Senin hatan. Sadece senin.



Artık daha fazla dayanacak hâlim kalmayınca bir kutu ayvanın hepsini yiyip son gazozu da içtim ve geri kalan her şeyi bir yere gizleyip battaniyelerden bir tanesini de orada bıraktım. İki battaniyeyle ne yapacaktım ki? Yükümü ne kadar hafifletsem o kadar iyiydi. Üstelik çok fazla ısı yayıyorlardı ve çantayı taşırken sırtımın kavrulduğunu hissediyordum çünkü tişörtüm terden sürekli vücuduma yapışmış vaziyetteydi ve bu da çok rahatsız edici bir histi. Ayrıca, muhtemelen susuzluktan, hiç geçmeyen bir baş dönmesi de başlamıştı. Buna hiç şaşırmamıştım çünkü kutu içeceklerin içtiğiniz anda susuzluğunuzu giderir gibi olduğunu ama aslında su ihtiyacınızı çok karşılamadığını biliyordum. Okuldan bir arkadaşım buna, içerdiği şeker yüzünden yoyo etkisi derdi.



Karanlık çökmeye başladığından ve bir daha ağaç tepesinde öyle rahatsız uyumak istemediğimden korunaklı bir yer arayıp toprağın kuru olduğu bir yerde yaprak ve yeşil dallardan incecik bir şilte yaptım, küçük battaniyeyi üzerime örtüp sırt çantasını da yastık yaparak kıvrılıp yattım ve uykuya daldım. Ormanda ilk tam günümü geçirmiştim ve çoktan bıkkınlığın da ötesine geçmiştim. Çok yorgundum ve bunun ne şekilde olursa olsun bir son bulmasını umuyordum.




3. GÜN


ÇİLEMİN BAŞLANGICI



Bir şey bana saldırıyor, tüm bedenim kaşınıyordu. Bağırarak ayağa fırlayıverdim, uykudan eser kalmamış, tamamen ayılmıştım. Ellerime baktığımda büyük başlı kırmızı karıncalarla kaplı olduklarını gördüm. Tüm vücudumu karınca sarmış, her yerimden ısırıp duruyorlardı. Üstümü başımı yırtarcasına kıyafetlerimi çıkardım ve acıdan bağır çağır inleyip zıplayarak kopmuş kertenkele kuyruğu gibi kıvrım kıvrım kıvranırken ellerimle de vücuduma vurup karıncaları ezmeye çalıştım. Bir kısmı ağzıma kaçınca tekrar tekrar tükürmek zorunda kaldım. Bazılarıysa burnumla kulaklarıma girmişti, her yerimde geziyorlardı. Âdeta bir kovan dolusu arı topluca bana saldırmaya karar vermiş gibiydi. Yavaş yavaş karıncalardan kurtuldum ama üzerimde hiç karınca kalmadığından emin olmam on dakika kadar sürdü. Yattığım yerden ucu bucağı görünmeyen bir karınca


sürüsü geçiyordu. Karıncaları def etmek için kendime vurmaktan her yerim kızarmış, vücudum o lanet böceklerin ısırığından bile daha kırmızı renkte kızarıklıklarla dolmuştu. O kadar kaşınıyordum ki kaşımaya nereden başlayacağımı bilemiyordum. Artık üzerimde hiç karınca kalmamış olmasına rağmen bazen bir şeyler bedenimde hızlı hızlı geziniyormuş hissine kapılıp kontrolsüzce titremeye başlıyordum.



Sinirim biraz yatıştığında çantamı, battaniyeyi ve etrafa saçtığım kıyafetlerimi yerden alıp üzerlerindeki karıncaları silkeledim. Sadece spor ayakkabılarımı giyip geri kalanını çantama koydum. Birkaç taşla dal alıp öfkeyle küfürler saçarak, ip gibi dizilmiş karınca sürüsüne attım. Bir süre kendimi kaybedip öfkeye teslim oldum: Evet, her şeyin sorumlusu karıncalardı, karıncaları öldürmem gerekiyordu, beni bu saçma sapan duruma onlar düşürmüştü ve bedelini de ödeyeceklerdi. Zıvanadan çıkmışçasına bir öfkeyle, âdeta durdurulamaz hararetli bir yok etme arzusu tarafından ele geçirilmişçesine üzerlerine basıp durdum. Birkaçı bacaklarıma tırmanıp beni tekrar ısırsa da hiçbir şey hissetmiyordum, acı hissim bir anlığına yok olmuş gibiydi. Aklımda sadece tek bir şey vardı: karıncaları öldürmek. Yerdekilerin üzerinde tepinip tekmeler savurdum, üzerimdekileri de bacaklarıma, kollarıma ve göğsüme çat çat vurarak ezdim. Birkaç dakikalığına tek savaşım, tek gayem bu olmuştu: tepinmek, ellerimle çat çat vurmak ve çok uzun süredir bastırdığım öfke ve içerlemişlikle bağırıp çağırmak. Öfkeli bir Güliver, Lilliput dünyasını yok ediyordu âdeta. Sonra birkaç adım geri çekildim ve yere yığılıp orada bir süre öylece kaldım; yitik, tamamen kaderine boyun eğmiş, hiçlik ve boşluk dışındaki her şeyden bihaber vaziyetteydim. Neden sonra kendime geldim. Gece yakınlarda bir yerlerde su aktığını duyar gibi olmuştum. Çırılçıplak, hiçbir şeyi umursamadan, titreyerek ve tüm bedenim kaşınarak elimde sopa sırtımda çanta suyu aramaya koyuldum. Ardımda sayısız ezilmiş karınca bırakmıştım, hayatta kalanlarsa o bilindik çılgın danslarını yaparak oradan oraya koşuşturuyordu.



Kulağım cidden beni yanıltmamıştı. Aşağı yukarı beş metre genişliğinde bir dere gözümün önünde ormanın ortasından akıp gidiyordu. İlk önce ayakkabılarımı çıkarıp kendimi suya atmak istedim ama sonra sülüklerle ilgili bir şeyler hatırlayınca dikkatimin bir anlığına da olsa umutsuzluğumun önüne geçmesine izin vererek dere kenarından suyu dikkatle inceledim. Sülüklerin vücuduma yapışıp kalarak kanımı emmesi düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyordu. Suya elimle dokunduğumda soğuk olsa da içine girip biraz durmamı engelleyecek kadar soğuk olmadığını fark ettim. Suda birkaç değerli küçük renkli balık dışında hiçbir şey görmedim. Kimileri diğerlerinden daha renkliydi ve yenemeyecek kadar küçük, öldürülemeyecek kadar da güzellerdi. Vücutları uzun ve düzdü, kuyrukları üç kısımdan oluşuyordu ve ortadaki kısım kuş tüyüne benziyordu, gözleri başlarıyla orantılı biçimde büyüktü ve vücutları alacalı mavi renkteydi fakat güneş ışığı vurduğunda pullarında maviden menekşeye kadar inanılmaz çeşitlilikte renk mat bir ışıkla parlıyordu


. Gözüm pirana ve timsah gibi başka hayvanları da aradı ama hiçbir şey göremedim. Ben de biraz su içtikten sonra suya girmeye karar verdim.



Önce elimdeki sopayla zeminin sağlam olup olmadığını kontrol edip suyun içine doğru biraz ilerledim. Ayakkabılarımı çıkarmadım çünkü bir böcek ısırır ya da ayağıma bir şey batar diye korkuyordum. Suyla havanın sıcaklık farkından dolayı suyla ilk temasımda soğuktan ürpersem de hemen alıştım. Uzun vücutları ve kararlı manevralarıyla canlı renklere sahip birkaç yusufçuk etrafımda uçuşuyordu. Etrafta oradan oraya uçuşan ya da sanki bir buz pistindeymiş gibi suyun üzerinde hızla seğirten bir sürü böcek de vardı.



Su dizlerime gelene kadar ilerlediğimde durup tüm vücudumu ellerimle ıslattım. Suyun sayısız karınca ısırığı ve şişmiş dizimdeki çiziklerin üzerindeki ferahlatıcı etkisi tarif edilmez bir rahatlama hissi yaratmıştı. Suyun içinde olup her şeyi unutarak her saniyeden haz almak bende derin bir rahatlamaya sebep olmuştu. Gözlerimi kapatıp nefesimi tutabildiğim kadar tutarak kafamı suya soktum, her yerimi saran serinleme hissiyle tenimi nazikçe okşadım. Kısa bir anlığına da olsa tüm sorunlar, kafamı meşgul eden her şey kaybolmuştu. Susuzluğumun tamamen dindiğini hissedinceye kadar da kana kana su içtim. Ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya kararlı bir şekilde sudan çıktığımda moralim yerine gelmiş, zihnim de savaşa hazırdı.



Yakınlardaki bir ağaçtan bir gürültü gelince hemen çalıların arasına saklandım. Bulmuşlardı işte beni, hem de çırılçıplak ve savunmasız. Şimdi beni öldürecekler, acımasızca katledecekler, vahşi bir hayvan gibi kurban edeceklerdi. Ölmek istemiyordum, acaba onları yanlış yöne çekebilir miydim? Biraz huzuru hak etmemiş miydim? Karıncalardan yeterince çekmemiş miydim? Juan’ın isyancılar tarafından kurşunlarla delik deşik edilişi film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başlamıştı. Kazadan sonra alnından kanlar akan Alex’in koltuktaki cansız bedeni bana bir kez daha ıstırap veriyordu. Kendimi isyancıların kurşunlarıyla açılan yaralardan kanlar akarak koca bir ağacın dibinde yatarken hayal ettim. Ben acılar içinde kıvranırken isyancılar da bana gülüyordu. Ah o acı… Ağaçları gözlerimle tarayıp sonunda sesin kaynağını buldum: kuyruğu kendisi kadar uzun, yüzü maviye çalar bir renkte, yaklaşık yarım metre boyunda bir maymun. Kafasının her iki yanında gözüyle kulağı arasından bir tutam koyu renkli kıl fışkırıyordu, gözlerinin üzerinde de eğik bir açıyla çıkan beyaz tutam tutam kıl vardı, beyaz renkteki boğazı, göğsü ve karnı dışında vücudunun büyük bölümü sarımsı kahverengiydi


. Belki de kaderimde o gün ölmek yoktu. Yavaş yavaş, daldan dala atlayıp ciyak ciyak bağıran başka maymunlar da belirdi ve toplam beş tane oldular. Herhalde oyun falan oynuyorlardı çünkü bir dalın üzerine tüneyip çığlıklar atarak büyük bir enerjiyle dalı sallamaya başladılar. Belki de çiftleşme dönemindeydiler, hiçbir fikrim yoktu, ama çok büyük bir gösteri sergiliyorlardı. Kalp atışlarım yavaş yavaş normale döndü. En son içlerinden bir tanesinin yerden bir şey alıp yediğini gördüm, yediği şey benim durduğum yerden çıyana benziyordu.



Nehrin karşı kıyısında onlara benzer ama renkleri farklı bir maymun daha gördüm. Bunun yüzü siyah, favorileri beyazdı ve göğsüne ve kollarının bir kısmına yayılmış bir sakalı vardı. Rengi daha siyahtı ve sırtında kızılımsı turuncu renkte üçgen bir iz vardı. Gördüğüm öteki maymunlardan daha büyük ve görece daha dinç ve kuvvetliydi


. Eliyle nehirden biraz su alıp içti ve sonra gözden kayboldu. Bir süre diğerlerinin oynayıp zıplamalarını seyrettim, tanık olacağımı asla tahmin etmeyeceğim eşsiz bir andı bu. Bir kez daha iki ölü arkadaşımı ve bunu görmenin ne kadar hoşlarına gideceğini anımsadım, özellikle de her şeye dair bitmek bilmez bir merakı olan şen şakrak Alex’i. Şimdi böyle şeyleri kimle konuşup kimle paylaşacaktım? Bunları benimle yaşamamış kimse anlayamazdı. Ama hayır! Şimdi bunları düşünmenin sırası değildi, ilerlememe bir faydası olmazdı bunun. O an ihtiyacım olan şey hayatta kalabilmek için toplayabildiğim kadar enerji toplamaktı. Hedefim bu lanet olası ormandan çıkmak, bu yeşil cehennemden kaçmak olmalıydı.



Spor ayakkabılarımı çıkarıp sularını sıktım ve kurumaları için dalların ucuna astım. Sonra şişeyi alıp su doldurmak için küçük bir akıntı aramaya koyuldum çünkü sanki bir yerlerde suyun durgun olduğu yerlerden su doldurmanın kötü bir fikir olduğunu çünkü oralarda suyun kirli olması ya da içinde böcek bulunması ihtimalinin daha fazla olduğunu okumuştum. Neyse ki su içmeden önce bunu hatırlamıştım. Öncekine göre biraz azalma olsa da hâlâ her yerim kaşınıyordu. Bacağımın üst kısmında bir sızı hissettim ve morardı mı acaba diye şöyle bir bakarken bir sülüğün yapışmış kanımı emmekte olduğunu gördüm. Bildiğimiz sülüklere göre belki biraz daha ince bir türdü. Önce korksam da sonradan sakinleşip bir çözüm düşünmeye çalıştım. Yanlış hatırlamıyorsam sülükleri tuzla ya da yakarak çıkarabilirdiniz. Çakmağımı çıkardım, küçülüp büzüşene kadar sülüğü yaktım ve tam o an bıçağımla çekip çıkardım. Yapıştığı yerde kenarından bir damla kan sızan bir kızarıklık bıraktı. Çakmakla bıçağın ucunu ısıttım ve dikkatlice yarayı dağladım. Sülüklerin açtıkları yarayı enfekte edip etmedikleri hakkında hiçbir fikrim yoktu ama risk almak istemedim. O kadar acıdı ki avazım çıktığı kadar bağırmamak için çok büyük çaba sarf ettim. Belki başka bir tane daha vardır diye vücudumun geri kalanını da kontrol ettim ama hiçbir şey bulamadım. Artık bacağımda bıçağın ucu şeklinde yanık bir dövmem olmuştu. Yaram devasa şekilde su toplayacaktı. Belki de böyle pervasız bir şey yapmamalıydım.



Tüm bedenimi bir uyuşukluk sarınca sabahı dinlenerek geçirmeye karar verdim. O kadar duyguyu art arda yaşamak yorucu gelmişti, bitkin düşmüştüm ve bedenim kurşun gibi ağırlaşmıştı. Gölgelik bir yer bakındım ve tamamen kuruduğumda üzerimi giyindim. Çantada Namibya’dan almış olduğum hediye tişört vardı, nehir kıyısında dolaşan sinir bozucu binlerce böcekten korunmak için yüzüm de dâhil başımın tamamını örtmek için onu kullandım. Yere uzanmadan önce yakınlardaki bir çalıyı kontrol ettim. Daha önce de ona benzer bir sürü çalı görmüştüm, küçük mavimsi çekirdekleri olan, gösterişli, parlak kızıl meyveleri vardı


. Yenir miydi acaba? Giysilerimden silkip atamadığım, kafası karışmış bir karıncayı ezdim. Gözlerimi kapatıp kendimi mahmurluğun kollarına bırakarak uykuya daldım, sıcak ve nem hem vücudumdaki kaslara hem de irademe ağır gelmişti.



Bir el silah sesi, otomatik bir silahtan gelen patlama sesleri, sonra başka silah patlamaları. Hemen ayağa fırladım. Silah sesleri nehrin öteki kıyısından ama uzaktan geliyordu. Artık hayal görmediğimden emindim, beni bulmaları an meselesiydi. Birden bire içinde bulunduğum durumun rahatlamama izin vermeyeceğini hatırladım. Tüm duyularımı sürekli tetikte tutmazsam mahvolurdum.



Çabucak her şeyimi topladım, tişörtü çantaya tıktım, çoraplarımla ayakkabılarımı giyip sopamı yerden aldım. Çoraplarla ayakkabılar hâlâ ıslaktı ama o tür saçmalıklara takılacak vaktim yoktu. Bir yere varabilmenin en iyi yolunun nehri takip etmek olduğuna karar vermiştim ama nehir kıyısından gitmek artık bayağı tehlikeli geliyordu. Ben de bitki örtüsünün arasında görünmeden ilerleyebilmek adına bir kez daha ormanın içlerine girip nehri dört beş metre uzaktan paralel takip ettim. Küçücük bir dünyaydı burası, ne yöne baksam çıkışı olmayan yeşil bir duvardan başka bir şey göremiyordum. En çok beş altı metre ilerisini görebiliyordum. Çok geçmeden nehri de kaybettim ve bir kez daha hiçbir yere çıkmayan yolumda tek başıma kaldım.



Tüm öğleden sonra çok kısa molalar vererek bazen hızlı bazen yavaş yürüdüm. Biraz nefesimi toplayıp başka silah sesleri duyar mıyım diye etrafı dinlemeye yetecek ufak molalardı bunlar. Her adımda spor ayakkabılarımın çıkardığı, bir su birikintisine bastığınızda çıkan sese benzer seslere ve ara sıra yoklayan baldır kramplarına katlanmak zorunda kalıyordum. Bitki örtüsü gittikçe sıklaşıyor, yer yer gölgelere dalıyordu. Her yer sivrisinek kaynıyordu, sanki sonsuz bir savaştaymışız gibi beni taciz etmeyi hiç kesmiyorlardı. Bazen 2. Dünya Savaşı’nda kullanılan, kendi canlarını hiçe sayıp hedeflerinin üzerine dalışa geçen Japon kamikazelerini hatırlatıyorlardı bana. Sivrisinekler de o kamikazelerin aynısıydı çünkü uçaksavar olarak kullandığım ellerimle öldürdüğüm arkadaşlarını umursamadan kendilerini üzerime atıyorlardı. Bazıları o kadar iriydi ki savaş uçağından ziyade varlıkları bile düşmanın yüreğine korku salmaya yeten bombardıman uçağı gibi görünüyorlardı. Yaklaştıklarını gördüğümde derhal yay gibi gerilip onlardan kaçmaya çalışıyordum. Aralarında hep aç olanları vardı, kollarımla bacaklarım kıyafetlerimin tenimi kapatamadığı yerlerde bir sürü ısırıkla dolmuştu. Bazıları sabahki karınca saldırısından kalan ısırık izlerinin üzerinden bile ısırmıştı. Kaybettiğim, banal, boş ve gereksiz bir savaş veriyordum çünkü sineklerin sonu gelmiyor ama ben gittikçe yoruluyordum. O kadar can sıkıcı bir hal aldılar ki kıyafetlerimin kapatamadığı yerleri nemli toprakla kaplayıp çıplak tenimle sinekler arasında delemeyecekleri bir bariyer oluşturmaya karar verdim. Bir anlığına aklımda çakan o fikir beni kurtarmıştı. Özellikle çamur kuruyunca hiç rahat hareket edemesem de bitmek bilmez sinek saldırısı daha kötüydü.



Bu numara sayesinde o insafsız böcekleri bir süre unutabilsem de henüz zaferimi ilan edememiştim ama en azından geçici bir ateşkes sağlamıştım. Şaşırtıcı bir şekilde, sürdüğüm çamur karıncaların gezdiği yerlerdeki kaşıntıyı da kesmişti. Sonunda şans yüzüme gülmüştü.



Etrafa bakınmakla oyalanmadım çünkü takip edildiğime ve uçsuz bucaksız bir ormanda giderek daha da köşeye kıstırıldığıma dair sürekli bir korku içindeydim. Arkamdan gelen ayak ve insan sesleri duyduğumu ya da ağaçların arasından yüzlerinde vahşi ifadelerle bir görünüp bir kaybolan, sürekli beni gözleyen gerillalar gördüğümü sanıyordum. Ancak gerçekte net olarak hiçbir şey görmüyor, etrafımda olduklarına dair tek bir iz bulamıyordum. Ağaçların üzerime eğilip beni gitgide bu yaşayan ağaçtan hücreye hapsettiği hissine kapılıyordum. Paranoya mı yapıyordum bilmiyorum ama hiç bilmediğim bu ölümcül ormanda hayatta kalmak istiyorsam sakinleşmek zorundaydım.



Delirmiş gibi ortada dolanırken tüyler ürperten bir manzaraya denk geldim. Aşağı yukarı şempanze büyüklüğünde maymunlardan oluşan bir primat ailesine benzer bir grup hayvan elleri, ayakları ve kafaları kesilmiş, kan gölleri içerisinde kalmış, sıcaktan kavrulup kurumuş ve envaiçeşit böcek ve leş yiyen hayvan tarafından çepeçevre sarılmış halde ormandaki bir açıklıkta yatıyordu. Leş kokusu dayanılacak gibi değildi, anında midem ağzıma geldi ve kusacak gibi oldum. Gücümü toplayıp manzaraya yeniden baktım. Yetişkin gibi duran iki maymuna ek olarak onlardan daha ufak bir tane daha maymun vardı. Hiç yavru yok gibiydi. Onları da neden katletmemişlerdi, öldürülen maymunların acaba yavruları var mıydı ya da yavruları karaborsada satmak için mi götürmüşlerdi bilmiyordum. Hayvanların vücudundaki belli kısımlarının (gergedan boynuzu, kaplan kemikleri vb.) Asya ülkelerinde afrodizyak olarak her yerde satılabildiğini ise biliyordum. Belki bu katliam da o türden bir şey için yapılmıştı. O lanet yerden mümkün olduğunca hızlı uzaklaşmaya karar verdim. Bu keşfim insan ırkının zalimliğini bir kez daha kanıtlamakla kalmamış, bana yabancılara doğal olarak pek sıcak davranmayacak kaçak avcıların sık sık geldiği bir bölgede dolaştığımı da göstermişti.



Olan biten her şeyden çok etkilenmiştim. Bir noktada sağ baldırımda kuvvetli bir kramp hissettim ve durup bacağımı germek zorunda kalarak bir yandan yerde kıvranırken bir yandan da acıdan bağırmamak için ağzımı kapattım. Tekrar yürümeye koyulmadan önce bir süre oturmam gerekti ve günün geri kalanı boyunca bacağımdaki rahatsızlık hissi hiç geçmedi. Birkaç kez krampın yeniden başladığını düşünerek durup bacağımı germek zorunda kaldım. Karanlık çökmeye başladığında yorgunluktan bayılmak üzereydim ve yavaş tempoyla yürümek zorunda kaldığımdan çok da ilerleyememiştim. Yürümekten özellikle bacaklarım bitap düşmüştü, dizlerimle baldırlarım acıyordu ve ayaklarımı hissetmiyordum. Olumlu tarafından bakacak olursak, bu yerden kurtulabilirsem hafiften çıkmaya başlamış bira göbeğimi de eritmiş olacaktım ki bu da bir şeydi. Belki de kurtuluşum olan mizah duygumu kaybetmemeliydim. Bana kalan tek şey artık oydu, tabi bir de yaşama arzum. Elena, şimdi bana bir kere sarılıp gülmen için neler vermezdim! Ya da yaptığın o güzel yemeklerden yemek için…



Devrilmiş bir ağacın gövdesine oturarak kalan tüm ayvayı da yiyip koca bir yudum su içtim. Şişenin ancak beşte biri kadar suyum kalmış, yiyeceğimse bitmişti. Karıncalar hem yerde hem de ağaçlarda gezdiğinden onlarla yaşadığım deneyimden sonra uyuyabileceğimi hiç sanmasam da üçüncü gecemi ağaç tepesinde geçirecektim çünkü istediğim son şey o gün uyurken ateş açmış olan o alçak herifler tarafından kaçırılmaktı. İlk gece olduğu gibi, uygun bir ağaç arayıp buldum ve bir sarmaşıktan yardım alarak seçtiğim dala çıkmaya çalıştım. Ancak elimi değdirir değdirmez çekmek zorunda kaldım çünkü acı bir batma hissi duydum. Sarmaşığın dikenleri vardı. Yaralanan avcumu ovalayarak tırmanacak başka bir ağaç aradım. Ağacı bulduğumda dikkatle tırmanıp kendimi cehennemde bir gece daha geçirmeye hazırladım. Çoraplarımla ayakkabılarımı çıkarıp sabaha kadar kurumaları için dua etsem de bundan bayağı şüpheliydim çünkü havanın nemi neredeyse hiç bitmiyordu. Ayaklarım buruş buruş olmuş ve açık kahverengimsi yeşil bir renk almıştı. Ayaklarımı kurutabildiğim kadar kurutsam da o rahatsız his gitmedi. Isınmaya çalıştım ama olmadı, ne battaniye işe yaradı ne de vücudumu ovalamak. Karınca ve sivrisinek ısırıkları hiç durmadan rahatsızlık veriyordu ama yapabileceğim bir şey yoktu. Bu rahatsızlığı gideren tek şey sinek ısırıklarından korunmak için sürdüğüm nemli çamur olmuştu. Çamuru sürünce o an bitmek bilmeyen kaşıntıların yerini tarif edemeyeceğim bir rahatlama hissi almıştı. Bacaklarımda ve sırtımda yerini tam bulamadığım geçmeyen bir ağrı vardı. Sağ kolum bütün gün elimdeki sopayla hayali pala darbeleri vurmanın yorgunluğundan hissizleşmişti.



O kadar bitkindim ki anında uykuya daldım. Son hatırladığım şey ertesi gün uyandığımda koca bir bardak ballı süt ve tereyağı ile çilek ya da böğürtlen reçeli sürülmüş kızarmış ekmek olan bir kahvaltı bulmayı ümit ettiğimdi.





Конец ознакомительного фрагмента. Получить полную версию книги.


Текст предоставлен ООО «ЛитРес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=66740768) на ЛитРес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.



İspanya'da 2014'ün en iyi gençlik romanı! Hiçbir özel bilgi ve becerisi olmayan biri olarak, uçağı yere çakıldıktan sonra kendini balta girmemiş bir ormanın ortasında bulur ve karşısına çıkacak tüm zorluklardan sağ kurtulmak için çok çabuk öğrenmek zorunda kalır. Sınırlarınızı zorladığınızda neler yapabileceğinizi size gösteren bir hikaye.

El Conomista tarafından 2014'ün en iyi gençlik romanı seçildi! Sıradan, biri, herhangi birimiz balta girmemiş bir ormanın ortasında kendimizi birden bire yaşamla ölüm arasındaki çizgide bulursak nasıl hayatta kalacağımızı biliyor muyuz? Namibya'daki rahatlatıcı tipik bir fotoğraf safarisi tatilinden dönerken Kongo Cumhuriyeti'nde bulunan Ituri Ormanı'ndaki isyancılar tarafından uçağı düşürüldüğünde beklenmedik olağandışı bir ölüm kalım savaşına sürüklenen öykümüzün kahramanı kahramanının karşı karşıya kaldığı basit ikilem de tam olarak bu. Burada tek düşman doğa, tek sorun da hayatta kalma savaşı değil. Klasik bir tat yakalayan bir macera romanı olan bu kitap gerçeklikten mükemmel bir kaçış sağlıyor ve karşılaştığı zorluklarda kahramanımızın hissettiği ıstırap ve ümitsizliği okuyucuya tam anlamıyla hissettiriyor. Bu kitap kişinin hayatta kalma savaşındaki heyecan ve gerginlikleri, tarih boyunca tüm kahramanların tecrübe ettiği psikolojik yıpranmayı ve hayvanları, bitkileri ve insanlarıyla doğal çevrenin derinlemesine bir incelemesini çok doğal bir şekilde harmanlıyor. Ayrıca sınırlarımızın nerede başladığına ilişkin algımızın bazen olumlu yönde bazen de olumsuz yönde olmak üzere genellikle yanlış olduğunu bize öğretiyor.

Translator: Abdullah Karaakın

Как скачать книгу - "Ndura. Ormanın Oğlu" в fb2, ePub, txt и других форматах?

  1. Нажмите на кнопку "полная версия" справа от обложки книги на версии сайта для ПК или под обложкой на мобюильной версии сайта
    Полная версия книги
  2. Купите книгу на литресе по кнопке со скриншота
    Пример кнопки для покупки книги
    Если книга "Ndura. Ormanın Oğlu" доступна в бесплатно то будет вот такая кнопка
    Пример кнопки, если книга бесплатная
  3. Выполните вход в личный кабинет на сайте ЛитРес с вашим логином и паролем.
  4. В правом верхнем углу сайта нажмите «Мои книги» и перейдите в подраздел «Мои».
  5. Нажмите на обложку книги -"Ndura. Ormanın Oğlu", чтобы скачать книгу для телефона или на ПК.
    Аудиокнига - «Ndura. Ormanın Oğlu»
  6. В разделе «Скачать в виде файла» нажмите на нужный вам формат файла:

    Для чтения на телефоне подойдут следующие форматы (при клике на формат вы можете сразу скачать бесплатно фрагмент книги "Ndura. Ormanın Oğlu" для ознакомления):

    • FB2 - Для телефонов, планшетов на Android, электронных книг (кроме Kindle) и других программ
    • EPUB - подходит для устройств на ios (iPhone, iPad, Mac) и большинства приложений для чтения

    Для чтения на компьютере подходят форматы:

    • TXT - можно открыть на любом компьютере в текстовом редакторе
    • RTF - также можно открыть на любом ПК
    • A4 PDF - открывается в программе Adobe Reader

    Другие форматы:

    • MOBI - подходит для электронных книг Kindle и Android-приложений
    • IOS.EPUB - идеально подойдет для iPhone и iPad
    • A6 PDF - оптимизирован и подойдет для смартфонов
    • FB3 - более развитый формат FB2

  7. Сохраните файл на свой компьютер или телефоне.

Книги автора

Последние отзывы
Оставьте отзыв к любой книге и его увидят десятки тысяч людей!
  • константин александрович обрезанов:
    3★
    21.08.2023
  • константин александрович обрезанов:
    3.1★
    11.08.2023
  • Добавить комментарий

    Ваш e-mail не будет опубликован. Обязательные поля помечены *